Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Musul- Kerkük Ve Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin Sinsi Faaliyetleri Noktasında, Sessiz Gibi Durmasının Tek Nedeni, Balyozu İndireceği Anı Beklemesindendir… "Av. Sedat Çetinkaya"
Devlet-i Aliyye’nin kıymetli hükümdarı ve büyük devlet adamı Abdülhamid Han’a karşı, vatan haini dönmeler ve çapulcular tarafından gerçekleştirilen darbe sonrasında gelişen süreçte, İttihat ve Terakki Partisi güdümündeki hainlerce yönetilen Devlet-i Aliyye, I.Dünya savaşına sokulmuş ve dahil olduğu ittifakın yenilmesiyle de MONDROS MÜTAREKESİ'ni imzalamak durumunda bırakılmıştır...
Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandığında MUSUL, savaş sırasında kaybedilen bir toprak konumunda bulunmamaktadır. Bu bağlamda Musul sancağına bağlı kazalar ise ; Musul, İmadiye, Zaho, Duhuk, Akra, Sincar, Zibar, Kerkük, Revenduz, Raniye, Erbil, Köysancak ve Salahiye’dir. Ayrıca Süleymaniye sancağı da Musul sancağına bağlı olup bu sancak dolayısıyla da ; Süleymaniye, Gülanber, Mamurülhamidiye, Baziyan ve Şehirpazar kazaları da Musul sancağı içinde bulunmaktadır. İngiltere’nin Musul’u işgal etmesi ise Mondros mütarekesi sonrasında ve bu mütarekenin 7.maddesine dayanılarak gerçekleştirilmiş bir işgalden ibarettir.
Milli mücadele dönemi sonrasında imzalanan Lozan Barış Antlaşmasıyla, Türkiye Irak sınırı belirlenememiş, bölgenin kime ait olacağı ve sınırın belirlenmesinin İngiltere ile daha sonra müzakere yapılmasına karar verilmiştir.
Bu amaçla 1924 yılında yapılan Haliç Konferansında İngiltere’nin, hem Musul’u hem de Hakkari ilimizi istemesi ile bir anlaşma imzalanamamış, Milletler Cemiyeti ve Adalet Divanı da konuya kabul edeceğimiz bir çözüm getirmemiştir. Ancak Türkiye ile İngiltere arasında yapılan görüşmeler neticesinde, Birleşmiş Milletler Cemiyeti Konseyi’nin 28 Ekim 1924’te yapmış olduğu sınır tanımı ve geçici sınır hattı olarak belirlediği “BRÜKSEL SINIR ÇİZGİSİ” esas alınarak, 5 Haziran 1926 tarihinde imzalanan ANKARA ANTLAŞMASI ile Türkiye- Irak sınırı belirlenmiştir.
Ankara Antlaşması'nın birinci maddesinde atıf yapılan ve Milletler Cemiyeti (BM) tarafından oy birliğiyle kabul edilen Brüksel Sınır Çizgisi’ne göre Irak’ın, 25 yıl süreyle Milletler Cemiyeti’nin ve İngiltere’nin idaresinde olacağı, 25 yıl koşuluna uyulmazsa, uyuşmazlık konusu arazinin iç koşulları ve dış siyasi durumuna göre Irak’a nazaran çok daha istikrarlı olan Türkiye’ye bağlanmasının daha uygun olacağı, Milletler Cemiyeti Konseyi’nin (Güvenlik Konseyi) uyuşmazlık konusu arazinin bölünmesini uygun görmesi durumunda ; Brüksel komisyonu raporuna göre bunun için en uygun sınırın daha önce tanımlanan Küçük Zap’ın ( Musul ve Erbil dahil Kerkük’ün kuzeyine kadar olan bölgenin Türkiye’ye ait olması ) en uygun sınır olduğu biçimindeydi.
Ancak Ankara Anlaşmasında atıf yapılan Brüksel Sınır Çizgisi’ne ilişkin raporda belirtilen 25 yıl kuralı uygulanmamış ve Irak’ın 1932’de İngiliz himayesinden ayrılıp tam bağımsızlığını ilan etmesiyle, bölgenin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bağlanması için uluslararası bir hak doğmuş bulunmaktadır.
Türkiye de bu hakkını ilgili dönemde SAKLI TUTMUŞ ancak kifayetsiz bir yönetim anlayışı nedeniyle bu hakkı kullanmayı ortaya koyacak bir dirayeti de gösterememiştir. Belki de batılı dostlarına (!) hürmeten ya da yurtta sulh cihanda sulh safsatası gereğince göstermek istememiştir. Ancak tahminimce milletin sakalı, şapkası, ezanı gibi durumlarla uğraşıldığından, böyle basit meselelere zaman ayırmaya lüzum hissedilmemiş olabilir...
Oysa Brüksel Sınır Çizgisi raporunu hazırlayan heyetin raporunda, bölgedeki Türkmen, Arap ve Kürtler'in olası bir yönetim değişikliğinde, Arap idaresi yerine Türkiye’ye bağlanmak istedikleri de ayrıntılarıyla anlatılmış bulunulmaktadır.
Hatta bu hususu gündeme getirmek isteyen araştırmacı Raif Karadağ’ın, kalp krizi düzmecesiyle Ankara’daki bir otel odasında esrarengiz bir şekilde ölü olarak bulunmuş olması da hala unutulmuş değildir...
Irak’ın, 1932 yılında tam bağımsızlığını ilan etmesinden daha doğrusu bu duruma İngiltere tarafından müsaade edilmesinden sonra Türkiye ile Irak arasında 18 Temmuz 1936 tarihinde Ankara Antlaşması’na bazı hükümler getirilmiş bulunulmaktadır. Bu hükümlerden bir tanesi de sınır bölgesinde diğer devlete karşı olan propagandalara izin verilmeyecek olmasıdır.
Oysa günümüzde propaganda bir tarafa, Türkiye’ye karşı yıllardır devam eden terör saldırısına izin verilmiş olduğu ve antlaşma hükümlerine açık bir şekilde muhalefet edildiği gerçeği de ortada durmaktadır. Yine Irak’ın, Ankara Antlaşmasıyla belirlenen ve sınır güvenliğine ilişkin bulunan, yağmacılık- haydutluk- eşkiyalık ve günümüz tabiriyle terörizm gibi faaliyetlere ilişkin yükümlülüklerini belirleyen 6 -7 ve 8 nci maddelere ilişkin hükümlere hiçbir biçimde riayet etmediği de açıktır.
Pkk örgütlenmesinin ele başlarının Türkiye’ye asgari 75 kilometreden uzak yerlerde konuşlanmasının nedeni ise Ankara Antlaşması’nın 10.maddesinde belirlenen 75 km’lik hüküm alanının kapsamına girmekten kurtulmak ve bu bağlamda Irak hükümetini Türkiye’ye karşı zor durumda bırakmayacak şekilde örgütlenmekten başka bir anlam ifade etmemektedir. KISACA BELİRTMEK GEREKİRSE HER ŞEY DANIŞIKLI BİR DÖVÜŞTEN VE TÜRKİYE'YE KARŞI SAHNELENEN BİR TİYATRODAN İBARETTİR...
Ayrıca Ankara Antlaşması’nın 5.nci maddesinde ; “Taraflardan her biri 1 nci maddede belirlenen sınır hattının kesin ve bozulmaz olduğunu kabul ederek bunu değiştirmeye matuf her türlü teşebbüsten sakınmayı taahhüd eder” şeklinde bir düzenlemeye yer verilmiş bulunulmaktadır.
İşte günümüzde, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin, ABD işgali altında fiilen parçalanmış Irak’a bağlı kalmasının temel nedeni, Irak’ın varlığı ve toprak bütünlüğü ortadan kalkarsa ; TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ'nin, Ankara Antlaşması’nın bir hükmünün kalmadığından bahisle, zamanında İngiltere’ye ve sonrasında bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte Irak’a bırakmış olduğu haklarını talep edebilme imkanına kavuşacak olmasıdır.
Bu nedenle asıl aktörler kendini gizleyerek ve İsrail’in güdümüne girdiği izlenimi oluşturularak, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi, bir bağımsızlık düşüncesine doğru yönlendirilmiş, bu bağımsız yapının toprakları içine Musul ve Kerkük de dahil edilmeye çalışılarak Türkiye’nin tavrı ölçülmek istenmiştir.
Hatta bu hareketlenme öncesinde Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ile Türkiye arasındaki ticari ilişkiler üst düzeye çıkarılarak, Türkiye’nin ekonomik çıkar nedeniyle olaylara sessiz kalması da sağlanmaya çalışılmıştır. Türkiye’nin bu duruma net bir fetih hareketiyle karşılık vereceği ortaya çıkar çıkmaz ise İngiltere’nin etkisi altındaki Irak yönetimi, Türkiye ile birlikte çalışır görünerek, Türkiye’nin ileri bir faaliyetini engellemeye çalışmış ve Mesut Barzani de kendisine verilen talimatla kuyruğunu dik tutarak geri çekilmiş ancak tepkilere neden olmaması açısından da efendileri tarafından sahne arkasına saklanmıştır...
Herkes bilmelidir ki Irak yönetimi ile IKYB arasında zaman zaman ortaya çıkan karşıtlık sadece göstermelik bir durumdan ibarettir. ABD’nin, Irak’da Şii bir yönetimi ön plana çıkarmasının en önemli nedenleri ; Irak’ın mezhep temelinde parçalanmasını sağlamak, Türkiye’nin güneyinde tampon bir devlete zemin hazırlamak, siyonizmin kadim hizmetkarı Şii İran’ın Ortadoğu’ya ciddi bir giriş yapmasını sağlayarak, İslam alemini birbirine düşürecek ve İsrail’e alan açacak bir çatışma zemininin temelini hazırlamaktadır.
Türkiye’nin, Pkk terör örgünün faaliyetleri nedeniyle uğramış olduğu kayıplar bağlamında Irak’tan ve Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nden tüm topraklarını da verseler kurtulamayacakları düzeyde ciddi bir tazminat talep etme imkanı da bulunmaktadır.
Bu Pkk terör örgütünün Irak’tan ülkemize yönelen faaliyetleri nedeniyle onbinlerce vatan evladı şehit olmuş, yaralanmış ve zarar görmüştür. Devletimizin yüzmilyarlarca Dolar tutarındaki imkanı da gerçekleştirilen mücadele çerçevesinde sebil olup akıtılmıştır.
İşte tam da yukarıda belirtmiş olduğum gerçekliğe uygun olarak, kulaklarına fısıldanan bir emre bağlı olarak Kerkük’ün güvenliği konusunda Peşmerge’nin tekrar devreye sokulmasıyla ilgili kanalların harekete geçirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Aslında yapmak istedikleri şey, siz Suriye’de harekete geçerseniz, biz de Irak’da harekete geçeriz yaklaşımı üzerinden Türkiye’yi tehdit ederek denge oluşturmaya çalışmaktır.
Türkiye ekonomisinde, ekonomik temeli bulunmayan kur hareketleriyle ve işbirlikçi muhalefetle oluşturmaya çalıştıkları şey de Türkiye’yi kendi iç meseleleriyle ilgilenir halde bırakmak, operasyon yapacak mali zeminden uzaklaştırmaktır.
Ancak bir Bozkurt’un, blöfe ve tehdite boyun eğdiği nerede görülmüştür ? İdlib’den vuracağımız pençenin süpürme gücü, Kandil’e değin uzanabilecek bir derinliğe ve kudrete çoktan ulaşmıştır. Ve ne karşımızda durabilecek ne de bize engel olabilecek bir güç yoktur. Irak Kürt Bölgesel Yönetimi'nin kontrol ettiği ve milyonluk orduların bizi söküp atamayacağı alanlar, kahraman ordumuzca kuşatılmış durumdadır.
Herkes bilmelidir ki Türkiye’nin şuan sessiz gibi durmasının nedeni, balyozu indireceği anı beklemesindendir...
Irak Türkmenleri’nin tamamı, Irak’ın ve Şia’nın fitnekar temsilcisi İran’ın oyuncağı olmayı bırakmalı, silahlanmalı, savaşa hazır olmalı, gerektiğinde sokak sokak çatışacak ekiplerini oluşturmalıdır. Onlara ; “Biz meselenin kökten hallini sağlamak üzere mutlaka geliriz, zaten çok yakında hatta içinizdeyiz, yeterki siz mücadele cephesini açmasını biliniz” diyorum.