Ah Nerede Çocukluğumun O Gazipaşa’sı?
Fatih YILMAZ
Akdeniz’in en güzel ilçesi, sessiz cennet, çocukluğumun, gençliğimin geçtiği güzel şehir Gazipaşa. Gazipaşa ve sonrasında yaşadığım Doğanca Köyü ile tanışıklığım 8 yaşında iken başladı. Antalya’dan 5 yaşında iken önce Alanya’ya gelmiş, ilkokula burada başlamış, bir yıl sonra da 1980 yılında önce Kinistine’ye (şu anki Gökçesaray) sonra da Doğanca’ya taşınmıştık.
Şehirden gelen bir çocuk olarak köy hayatını ilk başlarda biraz garipsemiş sonrasında çok sevmiştim. Burada edindiğim arkadaşlarım şehirdekilerden daha sıcakkanlıydı, daha candandı. Çabuk kaynaşmıştık, can-ciğer kan kardeşi olmuştuk çoğuyla, yediğimiz-içtiğimiz ayrı gitmezdi. Yokluk yıllarıydı, karnımızı doyurabildik mi bizden mutlusu olmazdı. Hayal kurarken bile mütevaziydik, hayattan büyük beklentilerimiz yoktu. Ülkenin en karışık olduğu yıllardı, ihtilal yapılmıştı ama biz her şeyden habersiz köyümüzde mutlu mesut yaşıyorduk. Askerin yönetime el koyduğunu ilkokulda öğretmenin bizi bahçeye toplamasıyla öğrenmiştik.
Gazipaşa’nın o zamanlar 7 bin nüfusu vardı ama bizim için büyük şehirdi. Gazipaşa’ya gideceğimiz zaman sevinçten uyuyamaz, sabahı zor ederdik. O zamanlar minibüs de yoktu, kamyonlarla giderdik ilçeye. Şoför mahalline ancak torpiller oturur, yolculuk en rahat orada yapılırdı, çocuk olduğumuzdan biz hiç binemedik şoför mahalline.
Kamyonun en üstündeki bagaj da kapışılırdı, burası fırıl fırıl eser, etrafı seyrederken zamanın nasıl geçtiği fark edilmezdi. Geri kalanlar kamyon kasasına doluşur, her kafadan bir ses çıkar, uykumuz iyice açılır, sağa sola savrula savrula, toz toprak içinde şehre inerdik.
Sonrasında minibüsle tanıştık. Muhtar Ahmet’in arabasını kaçırdık mı, Kinistine’den Şevket emminin otobüsüne yetişirdik. Alacakaranlıkta yola çıkan Muhtar Ahmet’in minibüsü o kadar yavaş giderdi ki yolculuk bize ninni gibi gelir çoğu zaman Gazipaşa’ya kadar uyurduk.
O zamanlar şimdiki gibi plastik kasalar yoktu, üzümü, meyve, sebzeyi büyük tahta kasalara koyardık. O zaman böyle asfalt yollar da yoktu, rahmetli babam koca kiraz kasasını omuzuna yüklenir, değirmenlerin altından yukarı yola çıkarırdı. Pazarda kirazları satmak için uğraşmaz, toptan bir manava verirdi. Birkaç kuruş harçlık aldık mı keyfimize diyecek yoktu.
Bizim çocukluğumuzda herkesin gittiği çorbacı Ali vardı. Çok güzel kelle-paça yapardı, adı kulaktan kulağa yayıldığı için çorba içmeye mutlaka buraya gelinirdi. Cebimizde para olmazdı ama pek de dert etmezdik. Akşama kadar Gazipaşa’nın küçücük caddelerinde turlar, Atatürk Parkı’nda otururduk.
Gazipaşa’ya indik mi her köşede tanıdık yüzler görürdük, şimdi o kadar çok yabancı var ki. Tanıdıkları ancak Pazar yerinde veya öğlen bir restoranda yemek yerken görebiliyor insan.
Haşarı haşarı dolaşıp akşamı edince köye geri dönüş yolculuğu başlardı. Kimseden hediye beklemezdik, birisi hediye verdi mi teşekkür ederim diyemezdik, sadece mahcup mahcup gülümserdik. En yakın arkadaşımızla kavga eder, özür dilemeyi bile beceremezdik. Ama kavgalarımızı çabuk unuturduk.
Eskiden Gazipaşa’ya giden köy minibüsünün dönüşünü yollarda bekleyen çok olurdu. Şimdi otobüsün yolunu gözleyen kimse yok, zaten otobüslerin fazla yolcusu da olmuyor. Herkesin özel arabası var, köye gelen birisini hiç kimse fark etmiyor bile.
Şimdilerde bizim çocukluğumuzun Gazipaşa’sından eser yok. İnsan her geçen yıl daha da yalnız hissediyor kendisini. Tanıdıklar azalmış, yabancılar adeta istila etmiş şehri. Caddeleri adımlarken kendi vatanımda kendimi yabancı gibi görüyorum. Betona teslim olmuş Gazipaşa, her yerden inşaatlar yükseliyor. 5 katlı, 10 katlı büyük binalarda hapis hayatı yaşıyor insanlar.
Komşu komşuyla ilgilenmiyor, alt kattakinin cenazesinden üst kattakinin haberi olmuyor. Eski dostluklardan da eser kalmamış, zaman ve şartlar insanları da değiştirmiş, gönülden yapılmıyor muhabbetlerin hiçbiri.
Bazen diyorum ki; keşke Gazipaşa bizim çocukluğumuzdaki gibi kalsaydı, saf ve temiz, yalnız ve güzel.